🌬️ Sait Faik Abasıyanık Hikayeleri Özeti

T59IbA. A. Sait Faik’in YaşamıaAile ÇevresiBu yazımızda sizlere Sait Faik Abasıyanık’ın hayatı hakkında detaylı bilgiler vermeye Faik, gerek baba ve gerekse anne tarafı itibariyle Adapazar’lı bir aileye mensuptur. Ailelerin bir başka yöreden buraya yerleştiklerine dair bilgi bulunmamakta, her iki ailenin de Adapazarı’nın yerlisi olduğu tahmin tarafından soyu Mehmed’e dayanmaktadır. Mehmed, Sait Faik’in dedesi Seyyid’in babasıdır. “Abasızlar”, aileye halk arasında verilmiş bir lâkap olarak gelmektedir. Mehmed, takayla İzmit taraflarından geçerken üzerindeki aba suya düşmüş, bunun üzerine yanında bulunan arkadaşları ona “Abasız” demişler, daha sonra halk arasında bu isim yaygınlaşmış ve böylece Mehmed’in çocukları “Abasızzâdeler” lâkabıyla tanınır olmuşlardır. Sait Faik Abasıyanıkın HayatıSait Faik Abasıyanık’ın Türk Hikayeciliği İçindeki YeriMehmed’in iki oğlundan küçüğü olan Seyyid’in Mehmet Faik ve Ahmet Faik adlarında iki oğlu ve Fatma adında bir kızı vardır. Seyyid’in üç çocuğundan en büyüğüan olan Mehmet Faik, Sait Faik’in babasıdır. Onun tahrikat kâtipliği ve belediye başkanlığı gibi görevler yapmasına dayanarak, belli bir eğitim aldığı söylenebilir. 1913’te tahrikat kâtipliği görevinden ayrılıp ticarete başlayan Mehmet Faik 1920’de Yunan işgali sebebiyle şehri terk etmesinin ardından 1922’de ailenin diğer üyeleriyle beraber tekrar Adapazarı’na yerleşir. Sait Faik Abasıyanık kimdir Ticarette başarı sağlayan Mehmet Faik aynı zamanda şehrin Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nde görev almış, çalışmalarından dolayı kendisine İstiklâl madalyası verilmiştir. Muhitinde saygın ve etkin bir yere sahip olan Mehmet Faik, ticaretini 1926’da eşi ve oğlu ile beraber naklettiği İstanbul’da da sürdürür. Ailenin Adapazarı’yla ilişkisi devam eder. Mehmet Faik, İstanbul’a taşındıktan yaklaşık on yıl sonra Osmanbey’deki İkbal Apartmanı’nı, bundan iki yıl sonra da Burgazada’da şimdi “Sait Faik Abasıyanık Müzesi” olan yazlığı satın alır. Mehmet Faik, 1938’de Burgazada’daki bu evde hastalanır ve bu hastalıktan kurtulamayarak 29 Ekim 1938’de ölür. Sait Faik Abasıyanık kimdirSait Faik’in annesi Makbûle Hanım, kasabanın ileri gelenlerinden Hacı Rıza Bey’in kızıdır. Hacı Rıza, Adapazarı civarında geniş toprakları olan biridir. Bu arazinin bir bölümü Hacı Rıza Bey’in ölümünden sonra Makbûle Hanım’a geçmiştir. Aile, soyadı kanundan sonra “Hızal” soyadını almıştır. Sait Faik Abasıyanıkın Hayatı1913-1916 tarihleri arasında Makbûle Hanım, kocasından ayrı yaşamıştır. Bu dönemde Sait Faik Abasıyanık babasının yanında kalmış ,annesini sadece haftada bir kere görebilmiştir. Bu tarih aynı zamanda Sait Faik’in okula başladığı yıldır. Sait’in çocuk ruhunda bu yalnızlığın izleri daha sonraki senelerde görülecektir. Üç buçuk yıl sonra aile büyüklerinin araya girmeleriyle Makbûle Hanım kocasının yanına döner. Bundan sonra anne-oğul arasındaki yakınlığın güçlenerek devam ettiğini görürüz. 1938’de Mehmet Faik’in ölümünden sonra Sait Faik ile Makbûle Hanım beraber otururlar. Sait Faik Abasıyanıkın HayatıMakbûle Hanım’ın iki önemli vasfı vardır. Birincisi, otoriterdir. Bütün işlerin kendi irâdesine uygun olarak düzenlenmesini ister. İkincisi olayları tasvir gücüne ve aynı konuyu değişik açılardan değerlendirme kabiliyetine sahiptir. Birincisiyle, hayatı boyunca oğluna hükmeden, ona hiçbir sorumluluk vermeyen annenin ikinci vasfı, Sait Faik’in sanatkâr kişiliğine yansımıştır; diyebiliriz. Sait Faik Abasıyanık kimdirMakbûle Hanım, kocasının ölümünden sonra hikâye yazmayı bir iş olarak seçen oğlunun cep harçlığını ve evin işleyişini üstlenir. Sait Faik’in ölümünden sonra, bu güçlü ve otoriter kadın hayatının en büyük sarsıntısını geçirir. O, Sait Faik’in hikâye yazmasına zaman zaman karşı çıksa da, onun bir sanatçı olduğunun farkındadır. Bu yüzden yazdığı vasiyetnamede gayri menkullerini Darüşşafaka Cemiyeti’ne bağışlarken Burgazada’daki evinin de “Sait Faik Abasıyanık Müzesi” olarak düzenlenmesini şart yalnız ve hasta olan anne, bundan sonraki yaşamında Burgazada’dan ayrılmaz ve 22 Ocak 1963 tarihinde hayata veda eder. Sait Faik Abasıyanıkın HayatıbSait Faik Abasıyanık’ın Doğumu ve ÇocukluğuSait Faik Abasıyanık bazı kaynaklara göre 18 Kasım, bazı kaynaklara göre 23 Kasım 1906’da Adapazarı’nda dünyaya gelmiştir. Nüfus cüzdanında doğum tarihi sadece yıl olarak belirtildiği için bu konuda kesin bir bilgi verilememektedir. Ancak doğum gününün tüm kaynaklarda Ramazan Bayramı’nın ilk günü olarak belirtilmesinden hareketle doğum tarihinin 18 Kasım 1906 olduğu söylenebilir. Nüfusa Mehmet Sait olarak kaydedilmiş, daha sonra babasının ve amcasının göbek adının eklenmesiyle ailede ve yörede Sait Faik olarak tanınmıştır. Sait Faik Abasıyanık’ın HayatıSait Faik’in çocukluğu Adapazarı ve Karamürsel’de geçmiştir. Dedesi Seyyid’le aralarındaki yakınlık ve sevgi yazarın unutamadığı güzel anıları olarak hikâyelerine kadar girmiştir. “Orman ve Ev” ve “Sarnıç” hikâyelerinde çocukluğun geçtiği ev, eve gelmesi beklenilen dede figürleri o günlere ait hatıralar olarak hikâye kahramanlarında yeniden yaşatılmıştır. Sait Faik Abasıyanıkın HayatıSabri Esat Siyavuşgil, “Sait Faik’in on altı yaşına kadar Adapazarı’nda geçen hayatı, bizler için bir muamma olmakta devam edecek” diyerek yazarın çocukluk yıllarının en az bilinen tarafı olduğuna işaret eder. Sait Faik’in amca oğlunun hayatının bu karanlık dönemine ait aydınlatıcı bilgilerine göre Sait Faik, yaramaz, haşarı, arkadaşlarıyla devamlı çatışan, kavgacı bir çocuktu. Küçük Sait’in haşarı bir çocuk oluşu, refah seviyesi ve gelir düzeyi üst düzeyde bulunan bir ailenin tek çocuğu olmasına bağlanabilir. Ancak, sert mizaçlı bir baba ve otoriter bir anne arasında kalan, üstüne üstlük anne ve baba arasındaki üç buçuk yıllık bir ayrılığa katlanmak zorunda kalan bir çocuğun ruhsal tepkileri olduğunu söylemek daha doğru olacaktır. Sait Faik Abasıyanık kimdirYazarın hayatı boyunca önemli bir yeri olan denizle ilk yakınlığı çocukluk günlerinde başlar. Mehmet Faik Bey, tahrikat kâtibi olarak gittiği Karamürsel’de bulunduğu yıllarda deniz kıyısına yakın bir evde otururlar. Sait Faik’le annesi arasında denize girmesi konusunda sürekli tartışmalar olur. 1913’te aile Karamürsel’den ayrılıp Adapazarı’na döndüğünde Sait Faik’in de eğitim-öğretim dönemi gelmiştir. Sait Faik Abasıyanık’ın Hikayeciliğic Sait Faik Abasıyanık’ın ÖğrenimiSait Faik Abasıyanık öğrenimine 1913’te Adapazarı’ndaki Rehber-i Terakki denilen okulda başlar. Burası yabancı dilde eğitim veren bir özel okuldur. Bu okulu bitirdikten sonra Adapazarı İdadisi’ne devam eder. Fakat yaşadığı yeri Yunanlılar işgal edince Sait Faik’in eğitimi yarıda kalır. İşgalden sonra tekrar Adapazarı’na dönülünce yarım kalan idadi eğitimine tekrar başlar. Sait Faik Abasıyanık kimdirMehmet Faik Bey, savaştan sonra 1924’te işini İstanbul’a nakledip ailesiyle birlikte buraya taşınınca Sait Faik de 1925’te İstanbul Sultanîsi’ne şimdiki İstanbul Lisesi yazılır. Okulu, ders çalışmayı, sınava girmeyi pek de sevdiği söylenemez. Onuncu sınıftayken Arapça öğretmeninin minderine iğne konulması üzerine çeşitli liselere sürgün edilen 41 öğrencinin arasında Sait Faik de vardır. Onun payına Bursa Erkek Lisesi düşer. 1925 yılında gittiği Bursa Erkek Lisesi’ni yatılı okuyarak ancak 1928 yılında bitirebilir. Lise eğitimindeki aksaklıklara ferdî isteksizliğini de ilave edersek, parlak bir öğrenim dönemi geçirmediği söylenebilir. Bütün derslere ilgisizliğine karşın, edebiyata ilgi duymuş, ilk hikâye denemelerine Bursa Lisesi’nde başlamıştır. İpekli Mendil ve Zemberek adlı hikâyeler bu dönemin bitirip İstanbul’a döndüğü zaman, edebiyata olan ilgisi ve “yazma sanatının öğretildiği” yer olarak düşündüğü için DarülfünunEdebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne kayıt yaptırır. Ancak iki yıl burada eğitim gördükten sonra istediğinin bu olmadığını ve başka bir “şey” yapması gerektiğini hissettiği için “kendisine burada Uygurca öğretildiğini söyleyerek” buradan ayrılır. Sait Faik Abasıyanık kimdirYarım kalan öğrenimini tamamlamak için Sait Faik 1930 yılında yurt dışına gider. Onun, babasının isteğine uyarak Lozan’a iktisat öğrenimini görmek için gittiği şeklindeki yorumlara katılmayan amcası oğlu Mustafa Reşit Abasıyanık, önce Grenoble’a gittiğini, Champollion Lisesi’nde Fransızca’sını geliştirdiğini, daha sonra aynı şehirde Edebiyat Fakültesi’ne kaydolduğunu ve dört sömestr dersleri takip etmesine rağmen okulu bitiremediğini söylemektedir. Bu yurtdışı deneyimi, Sait Faik’in sanatçı ve avare kişiliğinin oluşumunda derin izler bırakmıştır. 1930’da başlayan yurt dışı eğitimi, oğlunun okumasından umudu kesen Mehmet Faik Bey’in 1933’te onu geri çağırmasıyla diploma alınmadan noktalanır. Artık Sait Faik için eğitim dönemi bitmiştir. Bundan sonra, bir iş sahibi olacağı, ya da hayatına yeni bir yön vereceği bir döneme Sait Faik Abasıyanık’ın Gençlik DönemiSait Faik Abasıyanık gençlik çağına girdiği zaman, kendini İstanbul’da bulur. Ailesiyle beraber İstanbul’a taşındığında on sekiz yaşındadır. Paralı yatılı olarak girdiği İstanbul Sultanîsi’ne devam etmeye başlar. Sınıfta dalgın,bahçede yalnız geçen günlerde çevreyi yeni yeni tanımaya başlamıştır. 1925’te Bursa’ya “sürülmesi” de hayatının bu dönemine rastlar. Sait Faik,gençlik hayatında önemli bir yer tutan okul yıllarını daha sonra hatırlamak istemez. O,okuldan daha çok çevreyle ilgileniyordu. Okul yılları insanlarla dost olmayı istediği,fakat dostluk kuramadığı yıllar olarak geçip Lisesi’nden hatırladıkları edebiyat öğretmeni Mümtaz Bey ve orada kaleme aldığı “İpekli Mendil” ve “Zemberek” adlı hikâyelerinden ibarettir. Ancak,Bursa ve Bursalı çocuklar onun zihninde uzun süre öğrenimini bitirip İstanbul’a döndüğünde,Sait Faik yirmi iki yaşındadır. Aynı yıl İstanbul Edebiyat Fakültesi’ne kaydını yaptırır. Lisede olduğu gibi,burada da okuldan çok çevreyle ilgi kurar. Kendisiyle yapılan bir röportajda bir soruya verdiği cevapta, “Yarı nankörlük, yarı korkaklığımdan lisenin onuncu sınıfında çakınca hiçbir şey olmamaya karar vermiş, ama neden gene onuncu sınıfı bir daha okumuştum, bilmem.” diyen yazar, başkalarının isteklerine göre değil, içinden geldiği gibi özellikle anne ve babasına karşı göstermelik bir bağdır. Ailenin isteklerine rağmen kendi yolunu çizmiş, hariciyeci veya iktisatçı olmayı düşünmemiş, edebiyatı tercih etmiştir. Ancak, eğitim yoluyla değil, içinden gelen sese uyan bir sanatçı kimliğiyle hareket etmiştir. Kaydolduğu Türk Dili ve Edebiyatı şubesinin dil ve edebiyat sahasında bilimsel incelemelerle meşgul olduğunu görünce kendine başka bir ufuk aramaya Faik Abasıyanık, bu dönemde sanat ve edebiyat çevreleriyle tanışmaya başlar. Bu tarihlerde oturdukları ev, fakülte ve Şehzâdebaşı kıraathaneleri aynı semttedir. Yazar, zaman zaman derslere gitse de özellikle o günün genç yazarlarının gittiği Halk kıraathanesi onun en çok görüldüğü yerdir. Sabahattin Ali’nin geceleri de kaldığı Halk kıraathanesinde Sait Faik’le nasıl tanıştığını anlatan Şerif Hulusi onu Darülfünûn’da okuduğu yıllarda bu kıraathanede görür ve ilk defa tanışacağı Sait Faik hakkında şu değerlendirmede bulunur “İnsandan dostluğunu esirgeyen haline rağmen pek cana yakın bulmuş olacağım ki, …peykede yanına oturdum. Güzel kâğıt geldiği zaman, o elini belli etmek korkusuyla, gizlice bacağımı çimdikliyor, yahut da cebinden küçük bir istafilina şişesi çıkarıp bana dönerek dikiyordu.”Günler böyle geçmekte, Sait Faik Abasıyanık dur durak bilmeden İstanbul’un her semtinde görülmektedir. Beyoğlu’na açılma, buradan değişik insanlar tanıma, hatta bir kısmına hikâye kahramanları arasında yer vereceği simalarla ilişkileri bu dönemde başlar. İstanbul’daki fakülte yıllar böylece sürüp gider. 1930’da babası tarafından Avrupa’ya gönderilir. İlk yurt dışına gidişi eğitim amacıyla olsa da kendisi bunu eğlenme ve gezme olarak düşünmüş,düşündüğü gibi de geçirmiştir. Yazarın yurt dışındaki yaşama biçimini Sabri Esat şöyle yorumlamaktadır“Adapazarı’nda, İstanbul’da ve Bursa’da yaşadığı dar ve monoton, belki de baskılı bir hayattan sonra, Sait kendini kıvır kıvır hareketli, her anı değişik, insanları birbirinden farklı, serbest bir ortamın içinde bulmuştur. Doyasıya hürdür, tahsil ve meslek endişelerini o dünyaya ayak basar basmaz kafasından kaldırıp atmıştır. Artık yaşanacak, görecek ve tanıyacaktır. Bir dakikasını bile boş tasalara bağlamadan, adımlarını dört açarak biraz da garipsediği bir dünyayı en kuytu, en gizli köşelerine varıncaya kadar gezip dolaşacaktır.”Amcası Ahmet Faik’in ticaret için yurt dışına gittiği zamanlarda hikâyecimiz bu vesileyle Lozan, Paris gibi Avrupa şehirlerine gider. Bir müddet amcasıyla kaldıktan sonra Grenoble’a döner. Böylece tanımaya çalıştığı bölge biraz daha genişler. Bu arada, İstanbul-Grenoble arası yolculuklarında vapurla seyahat eder. Bu yolculuklarda her türlü insanın kaynaştığı Marsilya limanı gibi, değişik yerleri de görme imkânı bulur. Bu yıllar onun sanatçı kişiliği ve eserleri üzerinde derin etkiler bırakır. Böylece yazarın oradaki yıllarını gezip görmek ve meraklarını gidermekle geçirdiğini Faik Abasıyanık, 1934 başlarında İstanbul’a döner. Yarıda bıraktığı Avrupa eğitiminden sonra “bir uçurtmanın ipine takılarak başladığı yolculuğa, memlekete diplomasız dönünce de devam eder.”* e Sait Faik Abasıyanık’ın Olgunluk DönemiSait Faik Abasıyanık, tahsil için gittiği yurt dışından döndüğü zaman yaşı yirmi sekizdir. Grenoble’da başlayan “görme ve tanıma” merakını İstanbul’da da sürdürür. İstanbul sokaklarını arşınlaması, bu yetmeyince de bir kayığa atlayarak Marmara üzerinde genişliğine ve derinliğine dolaşması, en olmayacak saatlerde bir balıkçı kahvesinde, tava kokan dumanlı bir meyhanede veya kadınlı bir kale kovuğu içinde boy göstermesi, Grenoble’da başlayan o bitmez tükenmez keşif seyahatlerinin bir devamı olsa gerekir. Artık bir iş sahibi olması gerekmektedir. Önce Halıcıoğlu’ndaki Ermeni Yetim Mektebinde Türkçe grup derslerini vermek üzere öğretmenliğe başlar. Bu iş ona göre değildir. Her zaman derse geç kaldığı gibi, sınıfta hakimiyeti de sağlayamaz. Altı ay kadar memuriyet yaptıktan sonra, istifasını yılına gelindiğinde Mehmet Faik Bey artık bir baltaya sap olması gerektiğine inandığı oğlunu, ticaretten anlayan bir tanıdığını da ortak ederek, Unkapanı Yağ İskelesi’nde açtığı bir dükkânda işe başlatır. Sait Faik Abasıyanık, bu işi hiç sevmez; o aradığı yaşam biçimini, yurtdışında geçirdiği yıllarda bulmuştur. Dükkânı çekip çevirmek, hesap-kitap, açıkgözlülük işiydi. O, patatesleri değil, insanları düşünüyordu. Bir yere bağlanıp kalmak onun için çok zor bir olaydır. İstediği zaman gezmek, eğlenmek onda bir tutkudur. O yıllarda ticaretten çok hikâyeyle ilgilenir. Varlık dergisine hikâyeler gönderir; dostlarından biri geldiğinde günün hangi saati olursa olsun işyerini kapatıp gezmeye çıkar. Tepki duyduğu ve karakterine uymayan bu işi uzun zaman yürütemez. Altı ay içerisinde, iflasla neticelenen ticaret safhasını da sonra bir yerde uzun süre kalmaksızın sürekli gezer ve hikâyeler yazar. Aynı yıl ilk kitabı “Semaver”i yayımlar. 1937 Eylül’ünde ikinci defa Avrupa seferine karar verir. Pasaportundaki meslek bölümüne, ısrarına rağmen “Yazar” kelimesini kaydettiremediği için bu yolculuktan, Marsilya’ya kadar gittikten sonra vazgeçer, on sekiz gün sonra İstanbul’a döner. Yazar olarak kabul edilmemesi, unutamadığı acı bir hatıra olarak kalır.*Sabri Esat Siyavuşgil,“Sait Faik’i Anlamak”Önsöz,Semaver-Kumpanya,İstanbul, 1965, Faik Bey’in ölümünden 1939 sonra Sait Faik Abasıyanık, yurtdışında tadına vardığı yaşam biçimini kaldığı yerden sürdürme fırsatını bulur. Gerçi bir süre Haber gazetesinde adliye muhabiri olarak çalışır ama bu tür saatli, düzenli işler ona göre değildir. Adliye muhabirliğinden hikâye-röportaj arası, tadına doyulmaz yazılarla kimi hikâyelerinde kullandığı gözlemler kalır. Artık kalabalıklarla omuz omuza, binler, on binler içinde yalnız dolaşabilir; adanın tenha yollarında yürüyebilir; tütüncüden aldığı kurşunkalemi şehvetle yontabilir, pantolonunun arka cebinden eksik etmediği sarı defterini çıkarıp “Dülger Balığı’nın Ölümü”nü, kendisi gibi patlak gözlü Panco’yu, Projektörcüyü, Barba Antimos’un namuslu seksen senesini birer birer yaşamak ve yazmak için kaleme kâğıda Sait Faik Abasıyanık’ın Hayatının Son DönemleriAslında Sait Faik’in yaşamı, renkli bir tekdüzelik içinde geçer. Bu, çalışkan fakat avare kişilik; o her şeye lâyık gördüğü insanların namussuzluklarını, sevecenliklerini, güzelliklerini, çirkinliklerini gördükçe hep tek silahı olan hikâyeye sığınır. Ne var ki, yayımladıklarından kazandığı para –her ne kadar parayı sevmiyor ve eline geçince hemen bitirip rahatlıyor olsa da- kendisini geçindirecek gibi değildir. Annesi Makbule Hanım’ın eşinden kalan mülkleri akıllıca yönetmesi sayesinde sefalete düşmeden avare yaşamını sürdürebilir. Sait Faik Detaylı Biyografi1948’de hastalanır, siroz başlangıcı teşhisi konur. İçki yasağı konur ve sıkı bir perhize girer. Kendi deyişiyle “içme âlatı” elinden bozulmuştur. 1951’de tedavi olmak üzere Paris’e gider, çok geçmeden kaçarcasına İstanbul’a döner. Sait Faik Abasıyanık, bu yolculuk için gerekli parayı temin eden ve o sıralarda bakan olan Samet Ağaoğlu’na olayı şu şekilde anlatır “…Gittim, o canım Paris’i göreceğim diye. Titreyen kalbimin tayyareden iner inmez garip bir lakaydi ile, hatta pişmanlıkla dolduğunu hissettim. Büyük şehri yirmi dört saat dolaştım. Her taraf bana tatsız geldi. Anladım ki, ne Paris benim bıraktığım şehirdir, ne de ben o zamanki Sait Faik’im. Daha fazla duramadım, yine tayyareye atladım ve geldim.”1953’e kadar süren bu hasta psikolojisi ve perhiz, onu umutsuzluğa, yalnızlığa, yaşamdan soğumaya sürükler. Bu olay iç dünyası çelişkilerle dolu olan Sait Faik’i iyice uyumsuzlaştırır. Bu dönemde yazdığı hikâyelerde tamamen kendi dünyasına yönelir, dış dünyayı daha şahsi bir tarzda yorumlamaya bir yıl önce,1953’te “modern edebiyata yaptığı hizmetler” dolayısıyla Amerika’daki Mark Twain Derneği’ne onur üyesi olarak seçilir. Bu üyelik bile Paris’e giderken o resmi kağıda konulan “mesleksiz ve sıfatsız” kaydığının acısını unutturamaz. Lüzumsuz bir insan olduğu şüphesini ruhuna iyiden iyiye damgalayan bu kâyıt, onun bu dünyadan yavaş yavaş ayrılırken yediği son darbe olacaktır. Ancak yine de bu üyeliği kabul eder ve olaya şu şekilde bir açıklama getirir “Demek ki şimdiden sonra dünya çapında bir hikâyeciyi anmak için kurulmuş bir cemiyete dünyanın dört bucağından kendi halinde hikâyeciler de yazlarını geçirdiği Burgazada’daki köşkü bırakarak, Şişli’deki apartmana “göçer”. Bu arada perhizi bozmuş ve eski yaşamına geri dönmüştür. Yemek borusu kanaması geçirerek hastaneye kaldırılır ve 11 Mayıs 1954’te sürekli kan kaybından ölür. Ertesi gün Zincirlikuyu Mezarlığı’na gömülür. Yağmurlu bir gündeki cenaze törenine katılan adalı dostları, balıkçılar, kundura tamircileri, manavlar vb. dünya nimetlerine o kadar bağlı, içi o kadar yaşama hırsıyla dolu olduğu halde yaklaşık kırk sekiz yaşında ölen Sait Faik’in “büyük bir adam” olduğunu, ancak o gün yapılan görkemli töreni, kalabalığı ve kalabalık arasında bulunan “büyük adamları” gördükleri zaman anlarlar. Ölümünden sonra annesi Makbule Abasıyanık, her yıl o yılın en iyi hikâye kitabına verilmek üzere Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kurdu1955.g Sait Faik Abasıyanık’ın Fizikî ve Psikolojik YapısıHer sanatkârın eserlerinin oluşmasında ayrı sebepler bulunabilir. Aynı şekilde, her sanatçının eserlerinde karakterinin izlerini bulmak mümkündür. Her eser, sanatçının dışında var olsa da, onun izlerini taşır. Hele bir sanatçı, Sait Faik Abasıyanık gibi, eseriyle kişiliği arasındaki ilişkiyi hissettirecek ölçüde bir özellik taşıyorsa, arada bir bağın kurulması daha da önem Faik, hayatının bütün dönemlerinde çevresiyle uyuşmazlık gösteren bir yapıya sahiptir. Bu uyuşmazlığın temel sebepleri psikolojik olmakla beraber fizikî yapısının da bunda etkisi vardır. Uyuşmazlık onda her şeyden şikâyetçi olan bir kişilik meydana getirmiştir, denebilir. İyi göründüğü, her şeyi iyi ve güzel gördüğü zamanlar pek az olmuştur. Hikâyelerindeki kahramanlarında olumsuz taraf aramamış olması, onların daima iyi yanlarını bulup o yönleriyle ele alması, onun ideale ulaşma düşüncesini yansıtır. Yoksa kendisi hayatı hep güzel gören biri şeyden şikâyet onu kendinden razı olmamaya kadar götürmüştür. Çevresindekiler bu memnuniyetsizliğini sezdikleri gibi, kendisi de sözleriyle bu durumu açığa vurmuştur. Arkadaşı Sabahattin Batur’a söylediği “Yani, ben evlenilmeyecek kadar çirkin miyim?” sözü, belki onun zaman zaman zihninden geçen bir düşünce de olmuştur. Evlenmemesinin sebepleri arasında, bir kompleks halini alan bu duygunun tesirini de görmek mümkündür. Sait Faik’in psikolojik yapısı üzerine bir çok şey söylenildiği halde, fizikî yapısı üzerinde pek durulmamıştır. Halbuki onun fizikî yapısının ruh dünyasında da etkileri görülür, bu etki eserlerine kadar devam eder. Onun lise yıllarında hocası olan Hakkı Süha Gezgin, yazarı şu cümlelerle tasvir eder“Uzun bir boy, endamlı bir yapı, şişkin şakaklar üstünde kabarıklığı çoğalan sarı saçlar. Galiba her rastladığı berbere girdiği için, bu saçlar hiçbir zaman iyi kesilmez. Şapkasının markası ne olursa olsun, başında iyi durduğu elmacıklı Türkmen yüzünde açık mavi gözleri, birer hülya penceresini andırır. Akları hemen daima kanlıdır. Öyle dalgın bakar ki, yüzünüze saplandıkları vakitlerde de, sizi görüp görmediklerini pek ağzında dudak yok, gülüş vardır. Methe güler, iltifata güler, hiddete siteme, tenkide güler.”Maddî bakımdan her türlü imkâna sâhip olduğu halde, kıyafetine önem vermeyen Sait Faik Abasıyanık, oldukça sade giyinmekten hoşlanır, giyim konusunda kendisini zorlamaz. Hayatının her döneminde sadelikten hoşlanmış, lüks yerlerde bulunmak onu sıkmış, hikâyelerindeki insanları seçtiği mekanlarda ve hikâyelerindeki karakterler gibi insanlar arasında kendini rahat hissetmiş ve onlar gibi giyinmiştir. Kıyafetindeki bu sâdelik,oturup kalktığı yerlerde de kendisini gösterir. Kıyafeti, davranışı ve bulunduğu çevre birbirini tamamlamaktadır. İstanbul’da basit kıraathaneler, koltuk meyhaneleri, Burgazada’da balıkçı kahveleri, yalnız kalmak istediği zamanların dışında bulunduğu yerlerdir. Her ne kadar anlattıkları, genellikle buraların insanları olsa da, Sait Faik Abasıyanık buralara hikâyelerine kahraman seçmek için değil, oralardaki yaşantıdan ve doğal olandan hoşlandığı için son zamanlarında, fizikî görünümü yaşından daha çok göstermektedir. Bu erken çöküşte yaşantısındaki düzensizlik ve avarelik kadar, hastalığının da etkisi olmuştur. Ölümünden birkaç yıl önceki dış görünüşünü bir başka arkadaşı şu şekilde anlatmaktadır“Geniş beyaz yüzünde açılmış iri, biraz patlak yeşil gözleri birkaç tutamı alnına düşmüş dağınık saçları, hafif yapılı yürüyüşüyle savaştan yeni gelmiş bir vikinge benziyor. Yorgun bir adam. Sesi de öyle. Kısık, nefes nefese. Yüz çizgileri, bakışları yaşına uymuyor. Daha ihtiyar bunlar. Ama dudaklarındaki çocuk gülümsemeler, çocuk kahkahalar.”*Uzun boyu, mavi gözleri ve dağınık sarı saçlarıyla çirkin sayılmayacak bir görünüşün arkasındaki problem iç Faik’in psikolojik yapısına gelince, annesine göre, “tanıdığı insanlardan hiç birine benzemeyen”,arkadaş çevresine göre, “kendisini çok yabancı hisseder,başkalarıyla münasebete girişmez” bir ruh haline sahip olan bir sanatçının bütün bu özellikleri eserlerindeki orijinaliteyi doğuruyorsa bunun sebebini araştırmak ve onun hayatında bu ruh halini doğuran faktörleri incelemek Faik Abasıyanık, altı yedi yaşlarındayken, annesiyle babası arasındaki geçimsizliğe şahit olmuştur. Bu geçimsizliğin ardından üç buçuk yıl süren ayrılıklarında, haftada sadece bir gün annesini görebilmiştir. Her şeyi anlamaya ve ilköğretime başladığı çağda meydana gelen bu ailevî sorunun onu sarstığı kesindir. Okula ve derslere olan ilgisizliğinde de bu sarsıntının etkisinin olduğunu söylemek için uzman olmak ayrı olmanın ezikliği, dedenin sahiplenici ve şımartıcı davranışlarıyla giderilmeye çalışılırken küçük Sait’te çevreyle uyuşamama ve hırçınlık ruhunun ilk belirtileri ortaya çıkar. Davranışlarındaki tutarsızlık onu ani değişimlere sürükler, basit sebeplerden dolayı kavga çıkarır ve arkadaş çevresinin tepkisini ve antipatisini toplar. Sait Faik Abasıyanık biyografisiSait Faik’i en çok anlayan ve koruyan annesi olduğu için, kadınlara karşı korku, hürmet ve bağımlılık hislerini bir arada duymuştur. O, kadını hem çok iyi hem de çok kötü görmüş, bunun için kadınla denk ilişkiye girişmemiş, erkeklerle daha iyi anlaşmıştır. Ancak bu anlaşma da uzun sürmemiş, hemcinslerinden üstün görünmek ve kendini ispat etmek arzusu onu uyumsuzluğa götürmüştür. Sonunda hiç kimseye inanıp güvenmeyen, insanlarla uzun süreli dostluklar kuramayan, haşin, kavgacı ve isyankâr bir insan sanatçıya ait olan ruh halinin yaşantısına olduğu gibi, sanatına da etkisi olur. Eserleri, doğrudan sanatçının hayatını yansıtmasa da içinde yazarın hayatına ışık tutacak ipuçları taşır. Sanatında belli bir görüşe bağlanmayan, içinden gelen sese uyan Sait Faik’in hikâyelerinde yaşama biçimi ve ruh dünyası hakkında, kesin olmasa bile, bir takım işaretler bulunmaktadır. Sait Faik Abasıyanık biyografisiSait Faik’in yaşadığı zamana ve topluma uyum zorluğunun sonuçlarından biri de geçmişi yaşama tutkusudur. “Sevmek Korkusu”, “Ben Ne Yapayım”, “Bilmem Neden Böyle Yapıyorum” gibi hikâyelerindeki kahramanların hayatlarında yazarın yaşantısından kesitlerin yer alması bu tutkuyu ortaya koyar konularını ve kahramanlarını “muhitinden” seçen Sait Faik’in kendine de kişi kadrosu arasında yer vermesi,iç sıkıntılarını, bunalımlarını ve yalnızlığını “Ben”in ifâdeleriyle dikkatlere sunması veya olay örgüsünü kesip ferdî durumunu sezdirici söz gruplarına yer vermesiyle de yazar-eser arasındaki bağlantının varlığı dikkati çeker. “Plajdaki Ayna”, “Hallaç” hikayelerinde olduğu gibi. Sait Faik Abasıyanık biyografisiSait Faik’in ruh dünyasını şekillendiren olaylardan biri içinde yaşadığı toplumun gerçeklerine uyum sağlayamama ve bunun sonucu olarak çevresinden sürekli bir kaçıştır. Hakkında, özellikle yazılarıyla ilgili söylenen her türlü övgü de yergi de onu rahatsız eder. Bütün bunlar sanatçıya ait uyumsuzluğun dışavurumudur. Dış gerçeği olduğu gibi kabullenmeme ve yaşadığı çevreden kaçış yazarı kendine ait iç gerçekleri dış gerçeğin üstüne çıkarma çabasına götürmüştür. Bu, ilk bakışta bir sanatçı için ideal olanı ortaya koyma şeklinde düşünülebilir. Ancak Sait Faik’te bu durum bir sanat endişesinden kaynaklanmamış, dış ve gerçekleri olduğu gibi değil,olmasını istediği gibi değerlendirmekle sergilediği bu ruh hali onu yalnızlığa ve iç sıkıntısına sürüklemiştir. Kendinden bahsedilmesini sevmeyen sanatçı, iç gerçek olarak gördüğü şeyleri dışa vurma ihtiyacını hikâye yoluyla gidermeye çalışmıştır. Onun için, Sait Faik’in hikâyelerinde değişik ruh hallerini birlikte yaşayan kahraman tipiyle sık sık karşılaşırız“Plajdaki Ayna”, “Söylendim Durdum”da olduğu gibi. Samet Ağaoğlu’nun “Sait Faik’in kişiliğiyle hikâyeleri birleştirildiği zaman, çelişmeler içinde bir adamın hayatından ibaret bir roman ortaya çıkar. Bu çelişmelerin en esrarlısı maddî yaşamın çeşitli bağlarıyla ruhun sonsuz hürriyeti arasındadır.” cümleleri onun hikâyeleriyle arasındaki ilişkiyi en iyi özetleyen sözlerdir herhalde. Sait Faik Abasıyanık biyografisiİç dünyasına ait duyguların gizliliğine başkalarının girmesini istemeyen yazar,bundan dolayı,ne düşündüğünü,neler hissettiğini açıkça söylerken kendine göre sır olarak kabul ettiği duygularını insanlarla paylaşmamıştır. Aynı şekilde, “bir yabancı elin o açık renkli gözlerden içine sinen imajlar dünyasına dalabileceği korkusuyla”* herkesten kaçmış, yalnızlığı tercih etmiştir. Onun kalabalıklardan uzaklaşıp yalnızlığı tercih etmesini, “dış dünyayı tek başına ve şahitsiz seyretmek isteği…” olarak değerlendirmek de itibaren her fırsatta ortaya çıkan bu ruh hali, onu diğer yazarlardan ayıran özelliklerin kaynağıdır. Son zamanlarında uyumsuzluğunun ve çelişkilerinin farkına varan Sait Faik Abasıyanık, bu durumunu kabullenmiş gözükür. Psikolojik çıkmazları sonuçta gerçeklerden kaçıp, bilinçaltı gerçeklerine yönelmesine ve Sürrealizme kayan bir çizgi takip etmesine neden oluruz. Sait Faik Abasıyanık biyografisiSait Faik Abasıyanık’ın diğer bir özelliği de suçluluk duygusuna sahip olmasıdır. Bu duygu, “Uyuz Hastalığı Arkasından Hayâl” hikâyesinde “ben de mücrimim herkes gibi…” hüküm cümlesiyle doruğa çıkar. Ayrıca yazarın lise yıllarında sınıfça cezalandırılmalarına sebep olan, hocanın sandalyesine iğne koyma olayından dolayı uzun yıllar suçluluk duyduğu da sınıf arkadaşları tarafından “varlığını ancak sezdiği güzellikleri arayan, bulamadığı için hüzünlü, yine bulamadığı ve sadece bulmak ümidiyle yaşadığı için bahtiyar bir insanın ruh hali”* olarak karşımıza çıkan avareliğini -ki bu özellikleri taşıyan kişileri “Sarnıç” ve “Havada Bulut” adlı hikâyelerinde görürüz- , yalnızlığını, sebepsiz korkularını ve sonsuz enginliğe sahip ruhuyla bağdaşmayacak darlıkta”* cimriliğini de bütün bu özelliklere eklersek, onun çelişkilerle dolu ruh portresini ve karmaşık iç dünyasını biraz olsun anlayabiliriz. Sait Faik Abasıyanık biyografisi Sait Faik Abasıyanık 18 Kasım[13][14] ya da 22 Kasım[15] ya da 23 Kasım 1906[16][17] – 11 Mayıs 1954, Türk öykü ve roman yazarı, şair. Türk hikâyeciliğinin önde gelen yazarlarından sayılan Abasıyanık[18], çağdaş hikâyeciliğe yaptığı katkılarla Türk edebiyatında bir dönüm noktası sayılır.[19] Modern Türk hikâyeciliğinin öncülerinden olan Sait Faik, getirdiği yeniliklerle "kökü kendisinde olan" bir yazar olarak kabul edilir.[20] Klasik öykü tekniğini yıkarak doğayı ve insanları basit, samimi, hem iyi hem kötü taraflarıyla oldukları gibi fakat şiirsel ve usta bir dille anlattı.[21] Bunu yaparken diğer çoğuCumhuriyet sonrası sanatçısı gibi Batı'daki gelişmelere bağlı kalmadı, hiçbir edebî anlayışın etkisinde hareket etmedi ve belli bir tarzın takipçisi olmadı.[22] Toplumun problemlerine değil bireyin toplum içindeki sorunlarına yönelen yazar, öykülerinde çoğunlukla kendisinden yola çıkıp bireyler hakkında yazarak insan gerçeğini anlamaya çalıştı.[23] Çoğunlukla şehirli alt sınıfın hayatını yazan Abasıyanık, balıkçı, işsiz, kıraathane sahibi gibi karakterleri anlattı.[23] İnsanların yaşama biçimlerini, isteklerini, tasalarını, korkularını ve sevinçlerini irdeleyerek, toplum meselelerinden çok "insanı ele alan sanatçılar" sınıfında yer aldı.[24] 1930'larda başladığı yazı hayatı boyunca "sorumlu avare", "gözlemci balıkçı", "çakırkeyf sirozlu", "küfürbaz şair", "müflis tacir", "züğürt yazar", "hamdolsun diyemeyen rantiye", "anadan doğma çevreci" gibi sıfatlarla anılan Abasıyanık'ın tüm yazdıkları bir şair duyarlılığı içerdi.[19] Hikâye, roman, şiir yazan, çeviriler ve röportajlar yapan sanatçı bütün bu türleri kendine özgü tarzı ile kaynaştırdı.[19] Yazarın, anlık heyecanlarını yansıtan izlenimci ve fovist ressamların üslubunu anımsatan bir tarzı olduğu söylenmiştir.[25] Hayatı Çocukluğu ve eğitimi Sait Faik, 18 Kasım 1906 tarihinde, dedesi Seyyid'in Adapazarı Semerciler Mahallesi'nde bulunan evinde dünyaya geldi.[13] Babası kereste ve ceviz kütüğü ticareti ile uğraşan[30] Mehmet Faik, annesi ise kentin ileri gelenlerinden[31] Hacı Rıza Efendi'nin kızı Makbule Hanım'dır. Dedesi Seyyid Ağa, Adapazarı önde gelenlerinin toplandığı bir kahve işletiyordu.[32] Kurtuluş Savaşı yıllarında bir sene boyunca Adapazarı belediye başkanlığını yürüten[33] babasına, hizmetlerine karşılık İstiklal Madalyası verildi.[34] Yazarın amcası Ahmet Faik de tıpkı babası gibi Adapazarı belediye başkanlığı yaptı, daha sonra ise milletvekilliği görevinde bulundu.[35] Sait Faik doğduğunda, kendisine Mehmet Sait ismi verildi. Sonraki yıllarda, yazar, ismine babasının adını ekleyip Mehmet'i atarak Sait Faik adını kullanmaya başladı.[36]Abasızzadeler[37] ya da Abasızoğulları[17] olarak anılan aile, Soyadı Kanunu çıktığında, Sait Faik'in isteği ile Abasıyanık soyadını aldı.[38] 1910 yılında, Sait Faik'in babasının tahrirat kâtibi olarak Karamürsel'e tayini çıktı. Üç sene boyunca bu kasabada yaşayan aile 1913 yılında Adapazarı'na geri döndü.[39] Yazar, ilköğrenimini Rehber-i Terakki isimli özel okulda tamamladı. Bu okul yabancı dilde eğitim verdiği için, şehirde Gâvur Mektebi olarak anılıyordu.[40]Sait Faik daha sonra, çocukluğunda "haşarı bir burjuva çocuğu" olduğunu yazacaktı.[41] Arkadaşları, o dönemde yazarı "Abasızın Mançuko" olarak çağırıyordu.[42]Abasıyanık'ın ilköğrenimi sırasında anne ve babası geçimsizlik sebebiyle ayrıldılar. Üç buçuk yıl süren ayrılık döneminde Sait Faik, babası ile birlikte kaldı.[35]Rehber-i Terakki'yi bitirdikten sonra Adapazarı İdadisi'ne devam etti. 1920'de Yunan işgali sebebiyle eğitimine ara verdi. Bu dönemde Abasıyanıklar diğer akrabalarıyla birlikte önce Düzce'de, ardından Bolu'da ve son olarak da Hendek'te yaşadılar.[39] Sait Faik, işgalin sona ermesinden sonra Adapazarı'na dönünce idadieğitimine devam etti. Aile 1924 yılında, oğullarının lise eğitimi için İstanbul'a Şehzadebaşı Bozdoğan Kemeri'ndeki Kirazlı Mescit Caddesi'nde 7 numaralı eve taşındı.[43] Sait Faik, İstanbul Erkek Lisesi'nde okumaya başladı.[44] Abasıyanık, 1931 yılında ekonomi tahsili için gittiği İsviçre'den kısa süre sonra ayrılıpFransa'nın Grenoble kentine geçti ve orada üç sene yaşadı. Sonraki yıllarda, Grenoble Üniversitesi'ne de devam ettiği şehirde, aslında başıboş gezerek edebî şahsiyetini bulmaya çalıştığını açıkladı.[45] Onuncu sınıfa kadar bu okula devam eden Abasıyanık, Arapça öğretmenleri Seyit Salih Efendi'nin sandalyesine iğne koyduğu için kırk bir arkadaşıyla beraber okuldan atıldı [44][46] ve öğrenimini Bursa Erkek Lisesi'nde tamamladı. İlk öyküsü olan İpekli Mendil'i bu okulda, edebiyat dersi ödevi olarak yazdı,[47] Uçurtmalar veZemberek hikâyelerini de gene Bursa'da kaleme aldı. Hakkı Süha Gezgin, Bursa Lisesi'ndeki Sait Faik'i "sınıfta sakin ve dalgın, bahçede yalnız" olarak anlatır.[48]Lise eğitimindeki aksaklıklar ve kişisel isteksizliği yüzünden parlak bir eğitim hayatı olmadı.[49] 1928 yılında liseyi bitirip İstanbul'a döndü. İstanbul'da da yazı çalışmalarına devam etti. Yazdığı hikâyeleri ve şiirleri çeşitli dergilere ve gazetelere gönderiyordu.[50]Aynı yılın sonunda girdiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne iki sene devam ettikten sonra Uygurca öğrenmek istemediği için ayrıldı.[51] 9 Aralık 1929'daUçurtmalar isimli hikâyesi Milliyet Gazetesi'nde yayımlandı.[52] Sait Faik, İstanbul Üniversitesi'nde okuduğu dönemde sık sık Beyoğlu'nda dolaşıyor, evinin ve okulunun yakınındaki Şehzadebaşı kıraathanelerine gidiyordu. Sanat ve edebiyat çevreleriyle o günlerde tanışmaya başladı.[53] 9 Eylül 1930 ile 23 Eylül 1930 tarihleri arasında, on öyküsü ve bir yazısı Hür Gazete'de yayımlandı. Yazar, bu öykülerin hiçbirini kitaplarına almadı. Eserlerinin basılmaya başladığı o günlerden hayatının son anına kadar Hüsamettin Bozok'un ifadesi ile "genç hikâyeci" damgasını, "acı bir gülümseme" ile taşıdı.[54][55] 1931 yılında babasının isteği üzerine iktisatokumak üzere İsviçre'nin Lozan şehrine gitti. 15 gün kaldığı şehrin sıkıcılığından bunalarak[56] Fransa'nın Grenoble şehrine geçti. Bu şehirde Fransızca öğrenmek amacıyla Champollion Lisesi'ne devam etti. Ardından, üç dönem boyunca Grenoble Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde okudu.[57] Yazar, Alpler'in eteklerinde kurulmuş, çeşitli endüstri ve bilim kurumlarıyla tanınan Grenoble'de üç seneden fazla yaşadı. Orada bulunduğu günlerde Paris'i, Lyon'u, Strasbourg'u ziyaret etti.[58]1934 yılında ailesinin isteği ile Orta Avrupa üzerinden Tuna Nehri yoluyla İstanbul'a geri döndü. Ailesinin yeni taşındığı, Nişantaşı'nda Rumeli Caddesi üzerindeki Rumeli Apartmanı'na yerleşti.[59] İlk kitapları ve İstanbul'daki yaşamı Yazar, 1934 yılında İstanbul'a döndükten sonra, Halıcıoğlu'ndaki Ermeni Yetim Mektebi'nde Türkçe öğretmenliği yapmaya başladı. Okula sürekli geç kalan Sait Faik'in ay sonunda gecikmeleri hesaplanıp maaşından düşüldü.[60] Bu yüzden okulda çalıştığı ilk ay eline 13 lira geçti.[60] Öğrenciler üzerinde hakimiyet kuramaması okul idaresi ile tartışmasına yol açıyordu.[59] Hem yaşadığı disiplin problemleri, hem de babası Mehmet Faik'in kendisine bir tahıl alım satım toptancılığı dükkânı açması sebebiyle öğretmenlikten ayrıldı.[61] İleriki günlerde bu durumu "anladım ki öğretmenlik benim harcım değildi" diyerek açıkladı.[62] Babası, ortaklarından Ali Emali'yi de oğluyla birlikte çalışması için dükkâna yerleştirdi.[59] Sait Faik, işlerle uğraşmadığı için altı ay sonra dükkânı babasına boş olarak teslim etti.[59] O günlerde yazmaya ağırlık verdi. Bunun dışında André Gide'den çeviriler yapıyordu. Fransa anılarından oluşan öyküleri Varlık Dergisi'nde yayınlandıktan sonra, 1936 yılında babasının maddi desteği ile ilk hikâye kitabı Semaver'iRemzi Kitabevi'nden çıkardı.[63] İlk kitabının yayınlanmasından büyük bir sevinç duyan Sait Faik, bu sevincini yıllar sonra Hallaç isimli öyküsünde anlattı. Semaver'in çıkışından sonra yazmaya devam etti fakat bir mektubunda kendisinin söylediği gibi aylaklığı sebebiyle yazdıklarını orada burada unutuyordu.[61][64] Yazdıklarının fazla ilgi görmemesi sebebiyle küskünlük ve kırgınlık duyuyordu.[65] O günlerde askere çağrıldı. Asabiye kliniğinden aldığı rapor sayesinde askerlikten muaf tutuldu.[66] Bu raporun varlığını onaylayan Yaşar Nabi konuyla ilgili "Askerlik yapmamıştı. Ruh hastası olduğuna dair asabiyecilerin verdikleri bir rapor askerlikten ihracını temin etmiş. Bir tıbbi gerekçeye mi dayanıyor yoksa hatır için mi verilmiş? bilmiyorum" açıklamasını yaptı.[67] Ayrıca, Sait Faik'in söz konusu raporu bir kavga sırasında cebinden çıkarıp Aziz Nesin'e gösterdiği bilinmektedir.[66] Eylül 1937'de ikinci kez yurtdışına çıkarak Marsilya'ya gitti. Bu şehirde on sekiz gün kaldıktan sonra İstanbul'a geri döndü.[68] 1938 yılında, babası Burgaz Adası'nda Çayır Sokak 15 numaradaki köşkü satın aldı ve aile bu köşke taşındı. Mehmet Faik Bey, 29 Ekim 1938'de Burgaz Adası'nda bronşit sebebiyle vefat etti. Sait Faik, babasının ölümünden sonra kışları Nişantaşı'ndaki apartmanlarında, yazları ise Burgaz Adası'nda yaşamaya başladı. Abasıyanık, on altı hikâyeden oluşan ikinci kitabı Sarnıç'ı 1939 yılında Çığır Kitabevi'nden çıkarttı.[69] Bu kitabında da tıpkı ilk kitabı Semaver'de olduğu gibi Adapazarı ve Bursa'da geçirdiği çocukluk günleri ile, hem İstanbul'daki hem de yurtdışındaki yaşamında yaptığı gözlemlere yer verdi.[70] Hakkında açılan dava Sait Faik, 1940 yılında yayınlanan üçüncü hikâye kitabı Şahmerdan'da diğer iki kitabının aksine Fransa'da gözlemlediği olaylara yer vermedi. Yazar, bu kitapta yer alan Çelme isimli hikâyesiyle, halkı askerlikten soğutmakla suçlanarak askerî mahkemeye verildi.[71] Bu öykü ilk olarak 22 Mart 1937'de Kurun gazetesinde, ikinci olarak ise 15 Haziran 1940'ta Varlık Dergisi'nde yayınlanmıştı.[71] Sait Faik, 10 Eylül 1940'ta yapılan duruşmaya katılmak üzere bizzat Ankara'ya gitti. Oğlunun mahkemeye düşmesine en az onun kadar üzülen annesi Makbule Hanım da, yazarı yalnız bırakmadı. Orhan Veli Kanık, Abasıyanık'a o dönemde yazdığı bir mektupta "... bu arada Çelme hikâyesini buldum ve okudum ve başına bu işi açanlara küfrettim. Harika hikâye azizim." diye yazarak arkadaşına destek oldu.[72] Varlık Yayınları sahibi Yaşar Nabi Nayır da dönemin Genelkurmay Adlî Müşaviri Münir Paşa'yla temasa geçerek, Sait Faik için destek bulmaya çalıştı. Yazarın ilk kitabını öven Peyami Safa ise bu olaylar sonrasında Abasıyanık'ı Marksçıların ardına takılmakla suçladı.[65] Bu suçlamayı duyan Yaşar Nabi'nin yorumu "Peyami Safa edebi günahlarına bir yenisini ekliyor" oldu.[73] Sonuçta, yazar davadan beraat etti. Fakat, bu olay sonrasında annesi yazma hevesinin başına bela açmaktan başka bir işe yaramadığını iddia ederek oğlunun yazarlığa devam etmesine karşı çıktı.[74] Sonraki çalışmaları ve romanının toplatılması Anısına 1992 yılında basılmış olan posta pulu Sait Faik, Çelme hikâyesi yüzünden yargılanmasının etkisi ve bu olayın annesini yaralaması sebebiyle uzun süre kitap çıkartmadı.[65] Abasıyanık, 28 Nisan 1942 ile 31 Mayıs 1942 tarihleri arasında, bir uğraşı olması için, Haber-Akşam Postası isimli gazete adına muhabirlik yaptı. Mahkemelerde röportaj yapan yazar, bu röportajlarına gözlemlerini de katarak Mahkemelerde başlığı ile yayınlıyordu.[75] Abasıyanık bu işe bir ay dayanabildi ve 28 mahkeme röportajı yazdı.[76] Öykü tadında olan bu yazıları, 1956 yılında Varlık Yayınları, Mahkeme Kapısı ismiyle kitaplaştırdı.[77] Çok aktif bir yazı hayatının olmadığı 1940 ile 1948 yılları arasında Yürüyüş, Büyük Doğu, İnkılapçı Gençlik, Servet-i Fünun gibi dergilerde öyküleri yayınlandı. Yazar, muhabirlik yapmadan önce 4 Ekim 1940 ile 21 Şubat 1941 tarihleri arasında Yeni Mecmua dergisinde 19 bölüm halinde Medarı Maişet Motoru'nu yayınladı. 75 ile 95. sayılar arasında tefrika edilen bu eseri, 1944 yılında kitap olarak bastırmaya karar verdi.[78] Fakat, hiçbir yayınevi kitabı yayınlamayı istemedi. Yazar, annesinden aldığı parayla kitabı bastırabildi. Bu konuda, ona, Yokuş Kitabevi'nin sahipleri Agop Arad ve Burhan Arpad yardımcı oldu. Medarı Maişet Motoru, kısa bir süre sonra Bakanlar Kurulu kararı ile toplatıldı. Sait Faik, Medarı Maişet ismini ilk kez Vakit Gazetesi'nde yayınlanan Bir Balık Avı Hikâyesi'nde kullandı. Hakkı Süha Gezgin'in söylediğine göre yazar bu sözcüğü çok seviyordu.[79] Kitap, 1952 yılında, Varlık Yayınları tarafından yeniden basılırken, Abasıyanık, kitabın ismini Birtakım İnsanlar, romanda geçen Medarı Maişet motorunun ismini ise Ceylan-ı Bahri olarak değiştirdi.[79] Medarı Maişet Motoru'nu ilk baskısından sadece 99 adet satılabildi.[80] Çelme olayının ardından Medarı Maişet Motoru da asılsız bir ihbar sebebiyle toplatılınca, yazarın yazın hayatı bir kere daha yavaşladı. Çok az öyküsünün yayınlandığı o günlerde ya balığa çıkıyor ya da aylak geziyordu. Beyoğlu'na sık sık gittiği bu dönemde Şişli'de Bulgar Çarşısı Kırağı Sokak'taki artık Nakiye Elgün Sokak evleri İkbal Apartmanı'nda kalıyordu. Bekâr hayatından sıkıldığında ise adaya annesinin yanına dönüyordu.[74] Bu kırgınlık ve yalnızlık döneminin etkisini taşıyan[65] hikâyelerden oluşan kitabı Lüzumsuz Adam'ı 1948 yılında yayınladı. Abasıyanık, kitaba ismini veren hikâyeyi ilk yazdığı günlerde ona isim bulamamıştı. Bu öyküyü okuyan Yaşar Nabi Nayır, daha önce Sabahattin Ali'den duyduğu Lüzumsuz Adam'ı önerdi. Bu ismi çok beğenen Sait Faik, onu, hikâyesinde kullandı.[81] Hastalığı, son eserleri ve ölümü Yazara, 1948 yılında siroz teşhisi kondu. Hastalığın belirtileri 1947 yılında ortaya çıkmıştı. Sait Faik'in amcasının oğlu Mustafa Raşit Abasıyanık'ın söylediğine göre 1947 yılında, burnundan ara sıra kan gelmeye başlayan Sait Faik, aynı zamanda yazar da olan doktor arkadaşı Fikret Ürgüp'e muayene olmuş ve karaciğerinin büyüdüğü ortaya çıkmıştı.[82] Bunun üzerine çok düşkün olduğu içkiyi kesip perhize başladı. Arada sırada gelen sıkıntıları ve tehlikeli krizleri de bu yolla atlatmaya çalıştı. Sık sık doktorlara da görünmesine rağmen hastalığının kötüye gitmesi üzerine 1951 yılında Fransa'ya gidip orada tedavi olmaya karar verdi. 31 Ocak 1951'de amcası ve Samet Ağaoğlu'nun desteği ile[83] gittiği Paris'te sadece beş gün kalıp, İstanbul'dan uzakta öleceği ve tedavinin ağırlığının korkusu ile geri döndü. Sait Faik, daha sonra amcasına yazdığı bir mektupta geri dönüş sebebini doktorlarla olan konuşması ile hastaneye yatması kararı verildikten sonra düştüğü panik ve yaşadığı kriz olarak açıkladı.[84] Paris'teki doktorlar, Sait Faik'e ciğerinden parça almaları gerektiğini söyleyince yazar paniğe kapılmıştı.[85] Fransa'dan döndükten bir hafta sonra pişman oldu. Annesinin de baskısıyla Paris'e tedavisine geri dönme arzusunu ölene kadar muhafaza etti.[85] Paris yolculuğunun ardından büyük bir umutsuzluğa düşen, Abasıyanık, aynı zaman yazarlık kariyerinin en verimli günlerini geçirmeye başladı. Aynı yıl Havada Bulut, Kumpanya ve Havuz Başı isimli kitapları yayınlandı. Yazılarında ölüm teması görülmeye başlandı. İlk zamanlar oyalanmak için sık sık resim sergilerine, şiir toplantılarına ve tiyatroya giderken daha sonraki günlerde, çok sevdiği İstanbul'dan nefret etmeye başladı. 1952 yılında Son Kuşlar'ı yayınlandı. 1953 yılında Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Mark Twain Derneği, çağdaş edebiyata yaptığı katkılardan ötürü yazara onur üyeliği verdi. Sait Faik'ten önce Türkiye'den Mustafa Kemal Atatürk'e verilen bu ödülü almasına kimileri karşı çıksa da yazarın sevinerek aldığı bilinmektedir.[86] Vedat Günyol'un anlattığına göre Mark Twain Derneği üyesi olan Halide Edip Adıvar, derneğin Türkiye'de bu ödülü kime vereceğini araştırırken, Günyol Halide Edip'e bu kişinin Sait Faik olabileceğini söyledi. İlgililer konuya eğilip araştırdılar ve 1953 yılında bu ödüle yazar layık görüldü.[87] Sait Faik ödülle ilgili olarak "Demek ki şimdiden sonra dünya çapında bir hikâyeciyi anmak için kurulmuş bir cemiyete dünyanın dört bucağından kendi halinde hikâyeciler de seçilecek." açıklamasını yaptı.[88] Yine 1953 yılında, Kayıp Aranıyor isimli romanı ve Şimdi Sevişme Vakti isimli şiir kitabı yayınlandı. 1954 yılında ise Alemdağ'da Var Bir Yılan yayınlandı ve Georges Simenon'dan çevirdiği Yaşamak Hırsı isimli kitap çıktı. 23 Ocak 1953'te Paris'e gidebilmek için bir kere daha pasaport aldı. Ama bu pasaportu hiç kullanamadı.[85] Ölümünden kısa bir süre önce yazarla Burgaz Adası'nda karşılaşanNurullah Ataç, Sait Faik'i "dudakları büsbütün incelmiş, kupkuru ve benzi sapsarı" bulmuştu.[89] 5 Mayıs 1954 günü yaşadığı krizde, yemek borusu kanaması nedeniyle Şişli'deki Marmara Kliniği'ne kaldırıldı. Beş gün süren krizlerde yazara kan verilmesi de gerekti.[86] Yapılan bütün müdahalelere rağmen yazar, 10 Mayıs'ı 11 Mayıs'a bağlayan gece saat 0235'te İstanbul'daki bu klinikte vefat etti. Cenazesi 12 Mayıs 1954'te Şişli Camii'nden kaldırılarak Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi. Naaşı, mezarlığa götürülürken, Abasıyanık'ın isteği üzerine Kırağı Sokağı'ndaki evlerinin önünden geçirildi.[90] Kişiliği Yazarın, annesiyle birlikte yaşadığı şimdi Sait Faik Müzesi olan Burgazada'daki evi.[91] Sait Faik, eserleri ile kişiliği arasında yakın ilişki bulunan sanatçılardan biriydi.[92] Yazar, hayatı boyunca çevresine uyum sağlayamamıştı ve bu uyuşmazlık onun her şeyden şikâyet etmesine sebep oluyordu.[92] Hikâyelerindeki karakterlerde olumsuz yön aramaması ve onları iyi yanları ile göstermesinin sebebinin, yazarın ideale ulaşma arzusu olduğu söylenir.[92] Annesi, Makbule Hanım'ın "Şatafattan nefret ederdi. Dolabında her şey bulunduğu ve ailevi durumumuz iyi olduğu halde ekseriya başına bir kasket ayağına bir pantolon geçirerek balıkçı arkadaşlarıyla gününü gün ederdi"[93] tespitlerine katılan Yaşar Nabi Nayır ise Abasıyanık hakkında "Aristokrat değildi. Halktan üstün görünmeye çalışandan hoşlanmazdı. Herkes gibi olmak, herkese uymak isteği onda sonradan edinilmiş bir his değildir. Doğuştan gelme bir tabiattır." dedi.[94] Abasıyanık'ın psikolojik özelliklerine dair bir deneme yazan Fikret Ürgüp, sanatçının karakteriyle ilgili iki noktanın üzerinde durdu. Bunlardan birincisi annesinin ilgisi ve babasının aşırı ilgisizliğinin oluşturduğu iç çatışmalar ile yazarın "çekingen, kendisini çevresinden ve kendisinden gizleyen, anlamak ve anlaşılmak istemeyen" bir kişiliğe sahip olduğuydu.[95] Ürgüp ayrıca, Sait Faik'i hayatı boyunca koruyan annesinin, aynı zamanda yazarın kendine olan güveninin gelişmesine engel olduğunu belirtti.[95] Hakkında söylenen yergiler kadar övgülere de karşı çıkan Abasıyanık, yazarlığından söz açıldığında işi kavgaya kadar götürüp bulunduğu yeri terk ederdi.[96] Sanatkâra ait bu tarz uyuşmazlıklarla ilgili olarak Fikret Ürgüp "Münakaşalı durumlarda, ilkel iç tepkimelerden kuvvet alarak haşin, kavgacı ve isyankar olur ve kimseye güvenmediğini belli ederdi. İnsanlara ve topluma inanmadığı için, kendisi gibi geleneklere isyan edip, o zamana kadar kabul edilmemiş hırsızları, cinsel sapıkları, toplumun içinden attığı kimseleri anlayıp onlarda yaşama hakkını savunan yazarları sever ve okurdu. Gide ve Genet gibi" dedi.[95] Özel hayatı Sait Faik'in hayatındaki en önemli insan annesi oldu.[31] Yazar ölene kadar annesi ile birlikte yaşamayı sürdürdü. Yaratılışındaki uyumsuzluk sebebiyle kimseyle uzun süreli dostluklar kuramasa da pek çok arkadaşı olan, herkesle tanışık bir insandı.[14] Burgaz Adası'ndaki balıkçılar ve esnafla birlikte zaman geçirdiği gibi, sanat dünyasından Hüsamettin Bozok, Özdemir Asaf, Orhan Kemal, Mücap Ofluoğlu, Adalet Cimcoz, Oktay Akbal, İlhan Berk, Orhan Veli, Tarık Buğra, Abidin Dino gibi pek çok arkadaşı ile de birlikte olurdu.[14] Hiç evlenmeyen Sait Faik'in evliliğe yaklaştığı üç kadın oldu.[97] İlk evlilik teşebbüsünü annesi onaylamadı, ikincisinde teklifi reddedildi.[97] Annesinin isteği üzerine nişanlanan Abasıyanık'ın bu nişanı ise on ay sürdü.[97] Vedat Günyol ise arkadaşı Abasıyanık'ın kimseye anlatmayı sevmediği aşk hayatını öykülerinde dile getirdiğini belirterek yazarın aslında eşcinsel olduğunu açıkladı.[5] Günyol, yazarın eşcinselliğinin, halkın gözündeki itibarını kaybetmemesi için sanat çevrelerince gizlendiğini söyledi.[5] Günyol'un bu açıklamalarına katılan Fethi Naci ise Sait Faik'in ölümüne yakın yazdığı öyküleri değerlendirirken yazarın cinsel yönelimini de göz önünde bulundurdu ve Abasıyanık'ın son dönem öykücülüğünde söyleyeceklerini söyleyebilmek için hikâyelerinin biçimini değiştirerek gerçeklik duygusu uyandırma isteğinden vazgeçtiğini vurguladı.[98] Çalışmaları Öykücülüğü Abasıyanık'ın öykücülüğü üç dönemde incelenebilir 1936 - 1940 tarihleri arasındaki ilk dönem hikâyeleri, 1948'de Lüzumsuz Adam kitabıyla başlayıp 1952'de yayınladığı Son Kuşlar'a kadar devam eden ikinci dönem hikâyeleri ve bu tarihten vefatına kadar süren, Alemdağ'da Var Bir Yılan kitabındaki öykülerle örneklenebilecek son dönemi. İlk dönem Sait Faik'in "O beni kendime alıştıran yazardır." dediği André Gide[99], Fikret Ürgüp'e göre geleneklere isyan edip, toplum tarafından dışlanmış insanların yaşama hakkını savunduğu için yazarı etkilemişti.[95] Sait Faik'in ilk üç hikâye kitabı olan Semaver 1936, Sarnıç 1939 ve Şahmerdan 1940 yazarın öykücülüğündeki ilk dönem olarak kabul edilir.[100] Yazar, bir sonraki öykü kitabı olan Lüzumsuz Adam'ı üçüncü kitaptan sekiz sene sonra 1948 yılında çıkarttı. Bu ara dönemde, Abasıyanık'ın dilinde, üslubunda, hikâyelerinin kahramanlarında, geçtikleri çevrede büyük değişiklikler oldu. Ayrıca, yazarın yasaklara ve toplum baskısına karşı duruşu, özgürlük ve ahlâk anlayışı da aynı kalmadı. Yazarın ilk dönem öykülerindeki ortak özelliklerinden biri içerdikleri insan sevgisidir.[101] Sait Faik yazdığı ilk hikâyelerde zenginlere kızmakta, emekçileri yüceltmektedir. Karakterleri ise geneli yansıtmaktadır.[102] Öykülerinde anlattığı tipleri toplumda sıkça karşılaşılabilen insanlardan seçmesi, onu bir taraftan Ömer Seyfeddin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Refik Halit Karay gibi yazarlara yaklaştırırken, diğer yandan Sabahattin Ali'nin öncülüğünü yaptığı "sosyal gerçekçiliğe" bağlamaktadır.[103] Yazar küçük insanların dünyasına yönelirken uzun süre düşünüp, bilimsel eserler okumamıştır.[104] Anlattığı küçük insanların ekmek kavgasına ya da sınıf çatışmalarına yönelik ideolojik sanatın dışında kalmış, kavgasız, şikâyetsiz küçük insanların mutlu dünyasını anlatmaya çalışmıştır.[102] Bu yüzden de Abasıyanık'ın gerçekçiliği "beş duyu gerçekçiliği"dir.[104] Gene de Tahir Alangu'ya göre "Eskilerin varlıklarından bile haberli olmadıkları, 'küçük adamları' edebiyatımıza ilk getiren o olmadıysa bile iyice yerleştiren, bilinmeyeni gösteren, güçlü bir akım haline getiren, en güzel hikâyelerini yazan" Sait Faik olmuştur.[105]Bu ilk döneminde, Abasıyanık "fakir insan iyi insandır" genellemesinden çabuk kurtulup, çalışana duyduğu sevgiyi soyutlaştırarak insan sevgisine dönüştürdü. Bu aşamadan sonra öykülerinde kişilerin iyiliklerini ve onları ne kadar sevdiğini anlatmaya başladı. Sevgide evrenselliği yakalayan yazar dil, din ve millet farkı gözetmeksizin insanlara eşit şekilde yaklaştı.[106] Örneğin, Şahmerdan'daki öykülerde yazar, sevdiği insanların dünyalarını tanımak için sürekli gezer.[107] Bu hikâyelerde olayların geçtiği yerler de değişiklik gösterir. Bu dönemde çıkan üç kitabındaki elli dört hikâyeden on altısında olaylar kentte, on ikisinde Burgaz Adası'nda, sekizinde köyde, sekizinde yabancı ülkelerde, altısında kasabada, ikisinde vapurda, birinde trende, birinde de okulda geçmektedir.[108] Sait Faik hikâyelerinde bir "dil savrukluğu" ve "bol Türkçe yanlışı" olduğu konusunda yaygınlanmış bir kanı vardır.[109] Oysa, bu dönemki kitaplarından Semaver'de dört Türkçe yanlışı, Sarnıç'ta iki Türkçe yanlışı, Şahmerdan'da ise bir Türkçe yanlışı vardır.[109] Bu dönemki öykülerin çoğunun cümle yapısı klasiktir. Sait Faik, bu dönemde tamamen şahsıyla özdeşleşecek bir özellik göstermediği gibi, anlatımda genellikle konuşma dilinin canlılığından yararlanmamıştır.[107] Yine de bu durumun istisnaları vardır. İkinci dönem hikâyeciliği ile birlikte ortaya çıkacak "Sait Faik dili"nin coşkulu ve şiirli havasına, az da olsa ilk dönem hikâyelerinde de rastlanır.[110] Orta dönem 1948 yılında yayınlanan Lüzumsuz Adam isimli öykü kitabıyla birlikte, yazarın hikâyeciliğinde orta dönemin başladığı kabul edilir.[111] Bu dönem 1952'de yayınlanan Son Kuşlar'a kadar sürer. Sait Faik'in bu döneminde, en büyük değişiklik dilinde oldu ve yazar "özgür hikâye" anlayışı ile yazmaya başladı.[112] Abasıyanık, klasik cümle yapısına son vererek devrik cümle ve argo kullanmaya, günlük konuşma dilinden çokça yararlanmaya başladı.[111] Yazar, ilk hikâyelerinde rastlanan mekanlardan olan yurtdışındaki şehirler ve Anadolu'daki köylere bu dönem öykülerinde çok az yer verdi. Sait Faik'in süreli yayınlarda çıkan pek çok yazısında başlık olarak kullandığı Kaşık Adası. Sanatçının Adapazarı ve Bursa'da geçen çocukluk günleri ile yurtdışında geçirdiği zamana ait anılara fazla yer vermemesi, öykülerde geçmiş zaman kipine fazla rastlanmamasına sebep oldu. Sait Faik, bu dönemki öykülerinde çoğunlukla şimdiki zaman kipini kullanmayı tercih etti. Orta döneme ait çalışmaların dikkat çeken bir diğer özelliği ise Abasıyanık'ın "ve" bağlacını kullanmamaya gösterdiği özendir. Yazarın bu özeninde kendine Nurullah Ataç'ı örnek aldığına inanılır.[111] Abasıyanık'ın ilk çalışmalarında rastlanan "insan sevgisi" teması bu çalışmalarında yerini boşvermişliğe, insan korkusuna, kent nefretine ve umutsuzluğa bıraktı.[113] Sait Faik'in artık daha karamsar olmasının ve gelecek umudunun olmamasının sebebini, onu ölüme götürecek olan siroz hastalığına bağlayanlar vardır.[113] Bu dönemki eserlerinde yazarın içine kapandığı, yalnızlığından, kendi sorunlarından bahsettiği görülür ve bu eserlerde çoğunlukla anlatıcı kendisidir.[114] Sanatçının hem orta dönem hem de son dönem öykülerinde görülen bir diğer özellik ise eserlerin şiirsel dilidir.[115] Yazar, bu konuyla ilgili bir mektubunda şöyle bir yorum yaptı “Hikâyelerimde şiir kokusu var diyorsunuz. Bir iki tane de şiir yazdım. İçinde hikâye kokuları var dediler. Demek ki ben ne hikâyeciyim ne de bir şair. İkisi ortası acayip bir şey. Ne yapalım beni de böyle kabul edin.[115]” Son dönem Sait Faik'in, Alemdağ'da Var Bir Yılan isimli kitabıyla sürrealizme geçtiği kabul edilir.[112] Vedat Günyol'a göre Sait Faik sürrealizme, "içe tepilmiş isteklerini düşsel bir dünyada gerçek görme isteğinin verdiği dayanılmaz, ama o ölçüde olağan bir tutkuyla düpedüz kendiliğinden" kayıvermiştir.[116] Fikret Ürgüp de Sait Faik'in son dönem hikâyeleri hakkında Vedat Günyol'la benzer fikirdeydi. Ürgüp bu öykülerle ilgili olarak "Artık o eski kalıplardan kurtulmuş hikâyelerdir. Bunlara sürrealist demek yerinde olur" dedi.[117] Orta döneminde de birçok yeniliği deneyen Sait Faik Abasıyanık, o güne kadar geliştirdikleri ile yetinmeyerek Alemdağ'da Var Bir Yılan'da daha farklı biçimler deneyip, topluma ve doğaya bakmadığı açılardan baktı.[118] Ayrıca yazar, bu döneme kadar üstü kapalı anlattığı bazı duygularını divan şairlerine özgü bir pervasızlıkla yazmaya başladı.[118] Fethi Naci'ye göre Sait Faik, bu döneminde yazdığı eşcinsel temalı öykülerinde anlatmak istediklerini anlatabilmek için hikâyesinin biçimini bir kere daha değiştirerek, somut ayrıntılardan hareket yerine imgelemi kullanmaya başladı.[98] Bu da yazarı o günlere kadar üstünde taşıdığı "gerçekçi yazar" sıfatından uzaklaştırarak "sürrealist yazar" sıfatına yaklaştırdı. Bazı eleştirmenler, yazardaki bu tarz değişikliğini Abasıyanık'ın ilerleyen sirozuna, yaklaşan ölümünün doğurduğu umutsuzluğa, toplumsal baskılara ve saygınlığını kaybetme korkusunu boşvermişliğine bağladılar.[119] Son dönem öykülerinin bir diğer ortak özelliği ise birinde varolan bir karakterin diğerlerinde de kullanılmış olmasıydı. Bu hikâyelerin kahramanı ise çoğunlukla Panco'ydu. Panco ilk olarak Öyle Bir Hikâye'de okuyucunun karşısına çıktı. Yalnızlığın Yarattığı İnsan, Panco'nun Rüyası, Alemdağ'da Var Bir Yılan gibi pek çok öykünün de kahramanıydı. Bu hikâyelerde yazarın, o güne kadar yazılarında sevgiyle andığı İstanbul'dan nefretle bahsettiği görülür.[120] Bu değişimin sebebini Abasıyanık'ın toplumdan, toplumun baskısından ve ahlâk anlayışından sıkılmış olması olarak görenler vardır.[121] Yazar önceki dönemlerinde insan sevgisi konulu öyküler yazarken, bu dönemdeki umutsuzluğunu ve İstanbul'dan artık neden hoşlanmadığını şöyle açıkladı “Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor.[121]” Romancılığı Sait Faik'in iki romanı vardır; 18 Temmuz 1940 tarihinde tamamlayıp 1944'te yayımladığı Medarı Maişet Motoru ve 1953 yılında yayımladığı Kayıp Aranıyor. Yazar, ilk romanının toplatılmasının ardından 11 Kasım 1949'da yaptığı bir konuşmada "Medarı Maişet isminde bir hikâye kitabı çıkarmıştım. Hayatı toz pembe görmüyorum diye mahkeme parası ödedim, üzüntüsü de caba. Kahramanlarım rahat etmek için hapse giriyorlardı. Bütün sebep bu!" dedi.[122] Fethi Naci, Abasıyanık'ın eserden roman değil hikâye kitabı olarak bahsetmesine dikkat çekip, bu sözün rastgele mi yoksa bilinçli mi olduğunu sorguladı.[123] Çünkü bu ilk roman denemesinde Sait Faik'in başarısı tartışmalıdır.[124] Hikâyeye göre daha uzun soluklu bir tür olan, büyük bir "inşa kabiliyeti" gerektiren, uzun süreli ve sürekli bir çalışma sonucunda ortaya çıkan roman türü için Sait Faik'in mizacı uygun değildi.[125] Yazar, bir konu üzerine uzun süre odaklanamıyordu. Dört bölüm olarak tasarlanmış Medarı Maişet Motoru'nda bölümler birbirinden bağımsızdır ve romanın yapısı tesadüfi ilişkiler üzerine düzenlenmiştir.[126] Yazarın, dikkat problemine bir diğer örnek de iki bölüm boyunca Fahri olarak geçen roman kahramanının adını üçüncü bölümde Necmi olarak anmasıdır. Bu hata ikinci baskıdan sonra düzeltildi Abasıyanık, eserde şekle bağlı kalamayıp olayları yer yer keserek okuyucuyu duyguya çektiği için olay örgüsünde bütünlüğü sağlayamadı.[127] Bu çalışma için Tahir Alangu "Aynı çevreye bağlı, zaman zaman karşılaşan kişilerin kopuk hikâyelerinin bir roman bütünlüğünü vermeyecek kadar zayıf bağlantılarla bir araya getirilmesinden meydana gelmiş bir taslak" yorumunu yaptı.[128] Vedat Günyol ise "Sait Faik'in 'Medarı Maişet Motoru' isimli romanı yüzünü fazlasıyla ağartacak bir deneme sayılmaz. Roman birbirini ancak tutan sahnelerden kurulu. Roman, kişilerinden Fahri'nin hayatı gibi birtakım kopuk yarım şeritlerden meydana gelmiş." dedi.[129] Yazarın ikinci romanı Kayıp Aranıyor, roman anlatım özelliği açısından daha başarılı bulundu.[127] Abasıyanık'ın roman kurgusunda daha dikkatli davranması dikkat çekti. Kadın kahraman Nevin'in erkeksi bir yapıya sahip olmasının sebebinin Nevin'in yazarı temsil etmesi olduğu iddia edildi.[130] Bu eser, Sait Faik'in romancılığı açısından bir aşama olarak kabul edilse bile, roman yazmak için tahammülü ve zamanı olmayan Sait Faik'i bu edebî türde çok ileri aşamalara taşıyamamıştır.[131] Bu açıdan da Sait Faik'in roman denemeleri, "hikâyelerinin uzaması" olarak kabul edilir.[132] Şairliği Burgazada, Kalpazankaya mevkiinde bulunan Sait Faik Ormanı Sait Faik'in şiirleri de öykülerinin havasını taşır.[133] İlk şiirlerini çocukken yazan Abasıyanık, bunları en yakın dostlarından bile sakladı.[131] İlk şiiri olan Hamal, 21 Ocak 1932'de Mektep dergisinde yayınlandı. Ayrıca, yazarın 1928'de Meş'ale dergisine üç şiir gönderildiği bilinmektedir. Yazarın bu şiirlerle birlikte gönderdiği mektuptaki "edebiyatın bir heves, bir arzudan çok bir iç ihtilâlin fışkırması olduğunu bilmez değilim, fakat her heveskâr gibi ben de içimde bir ihtilâl varmış gibi yazı yazdım... Bugün size gönderdiğim, şu yazılar da o günlerin atılmayan, yırtılmayan mahsülü" satırlarından, bu eserlerin ilk şiirlerinden olduğu anlaşılmaktadır.[134] Bu üç eser de biçim ve içerik olarak dönemin özelliklerini yansıtmaktadır. Hece vezniyle yazılmış olan bu şiirlerde, Faruk Nafiz Çamlıbel ve Necip Fazıl Kısakürek'in etkileri görülmektedir.[135] Sanatçının o dönem yayınlanmayan diğer üç şiiri ise ölümünün ardından Varlık Dergisi'nde çıktı.[136] Uzun süre şiir yazmaya ara veren Abasıyanık, 1936 tarihinde yazdığı bir makalede gençlik döneminde yazdığı şiirleri de reddedercesine Faruk Nafiz Çamlıbel, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç gibi hece vezniyle şiir yazan şairleri eleştirdi.[137] 1939 yılında ise şiir yayınlamaya tekrar başladı. 1944 yılında Söyleyemiyorum isimli eseri İştedergisinde çıkana kadar çeşitli dergi ve gazetelerde şiirlerini yayınladı. Şimdi Sevişme Vakti ise sağlığında yayınlanan son şiiri oldu.[138] Aynı isimli şiir kitabı 1953 yılında çıktı. Öykü alanında belirli bir seviyeye ulaşmış, kendi özgün dilini oluşturmuş bir sanatçının, edebi yaşamının belirli bir döneminde şiire dönerek şiir kitabı yayınlamasının riskli bir teşebbüs olduğunu belirten Mehmet Kaplan, yazarın bu geçişte başarılı olduğunu belirttikten sonra "şiirlerinde de o orijinal şahsiyetinden hiçbir şey kaybetmemiş, bilakis daha fazla kendi kendisi olmuş. Burada onu en öz tarafıyla karşımızda buluyoruz" dedi.[139] Abasıyanık'ın şiirlerindeki dize yapısı ve biçim sorunu çeşitli eleştiriler alsa da, edebiyatçılar şiirlerinin de güçlü olduğu ve yazarın şiirleriyle sanat bütünlüğünü bozmadığı konusunda hem fikirdir.[133][140] Filmcilik ve oyun yazarlığı denemeleri Abasıyanık'ın yaşadığı evlerden biri olan Şişli'deki İkbal Apartmanı. Yazar, naaşının mezarlığa götürülürken bu evin önünden geçirilmesini vasiyet etmişti.[90] Sait Faik, içlerinde Mengü Ertel, Ayfer Feray ve Özdemir Asaf'ın bulunduğu bir grup arkadaşıyla bir film şirketi kurma teşebbüsünde bulundu.[141] Plana göre kurulacak şirkete girmek için biner liralık bir ortaklık payı verilecek, Sait Faik senaryolaştırılacak üç öykü yazacak ve Mengü Ertel de filmleri çekecekti. Abasıyanık, Burgaz Film Şirketi'nin stüdyosunun Şişli'deki apartmanının üst katı olmasına karar vermişti.[141] Fakat, aynı dönemde yazar hastalanarak hastaneye yatırıldı ve bu plan gerçekleştirilemeden hayatını kaybetti. Abasıyanık'ın daha önceleri de film çekmek istediği biliniyordu. Fikret Ürgüp, Alemdağ'da Var Bir Yılan kitabındaki ilk üç öyküden sürreal bir film çekme planları olduğunu yazarın vefatından sonra anlattı.[142] Sait Faik Arşivi'ndeki müsveddeler arasında ise iki tiyatro oyunu taslağı vardır.[143] Bu oyunlardan ilkinin ismi Saül'dür ve çeviri olduğu düşünülmektedir. İkinci oyunun ismi iseHıfzısıhha'dır ve yazarın Grenoble'da kullandığı Fransızca gramer defterinin arkasına yazılmıştır. Yazarın ilerleyen yıllarda Sabahattin Kudret Aksal, Cahit Irgat gibi arkadaşlarına ortaklaşa bir tiyatro oyunu yazmayı teklif ettiği bilinmektedir.[144] Fakat bu plan da hiçbir zaman gerçekleşmedi. Recep Bilginer'e göre yazar bir sohbetleri esnasında, üslubunun oyun yazarlığına müsait olduğunu ancak uzun yazmaktan hoşlanmadığını söyledi.[145] Çevirmenliği Sait Faik Fransızcadan çok sayıda çeviri yaptı.[146] Çevirideki serbest tutumu sebebiyle çalışmaları bir tür uyarlama kabul edilen sanatçının André Gide, Liam O'Flaherty gibi yazarların eserlerinden yaptığı bu çevirilerin bir kısmı uzun süre kendi eseri sanıldı ve çeviri oldukları daha sonraki yıllarda ortaya çıktı.[146] 2 Mayıs 1948 ile 25 Mayıs 1948 tarihleri arasında Hürriyet Gazetesi'nde yayınlanan Müthiş Bir Tren, Ecel Altı, Saadet, Bir Eşek Hikâyesi, Diş Ağrısı, Çiviler, Gümüş Saat ve Venüs'ün Sevgilisi gibi çeviri öyküleri daha sonraki yıllarda kitaplaştırılarak Müthiş Bir Tren ismiyle yayınlandı.[147] Müthiş Bir Tren ve Gümüş Saat yazarın ölümünden sonra 1954 yılında yayınlanan Az Şekerli isimli öykü kitabına kendi eserleriymiş gibi alındı, daha sonra bu hata düzeltildi.[147] Ayrıca Georges Simenon'un L'homme qui Regarde Passé les Trains isimli romanını Gece Yarısı Trenleri olarak çeviren Sait Faik, bu eseri 1 Aralık 1949 ile 27 Temmuz 1950 tarihleri arasında Yedigün Dergisi'nde yayınladı.[148] Yazarın bu çevirisi 1954 yılında Varlık Yayınları'ndan Yaşamak Hırsı adıyla çıktı.[148] Etkileri Savaş Dinçel'in 2007 yılındaki vefatının ardından İstanbul Şehir Tiyatroları, Dinçel ve Abasıyanık'ın anısına, tiyatrocunun yazarın eserlerinden uyarladığı Meraklısı İçin Öyle Bir Hikâye isimli tek kişilik oyunu bir kere daha sahnelemeye başladı. Naşit Özcan'ın Sait Faik'i canlandırdığı bu oyun, ilk kez 15 Ekim 2008'de Üsküdar Kerem Yılmazer Sahnesi'nde sergilendi.[12] 1950 - 1960 yılları arasında Türk edebiyatında iki tür hikâyecilik gelişti. Bunlardan birincisi toplumcu sanatçılar tarafından geliştirilen öyküler iken, diğeri bireysel anlayış kökenli, bireyin iç dünyasına açılan öykülerdi.[149] Sait Faik, tarz kaygısından uzakta, anlatım incelikleriyle süslü hikâyeleri ile ikinci türün öncü şahsiyeti oldu.[150] Abasıyanık, kendisinden sonra gelen yazarları da etkiledi. Örneğin, Oktay Akbal, kendi öykücülüğü ile ilgili olarak "...Sonra Ömer Seyfeddin'den kopuş, Sabahattin Ali, Sait Faik öykücülüğünün etkileri. Öykü derken ille de başı sonu belli bir olayı anlatmak inancı değişmiş. Kendimi kendim sandığım birini, bir insanı gündelik, basit, iç yaşamıyla vermek denemeleri. Meydan, semt, köprü gibi semt görünüşlerini vermek istekleri, ilk köklü sevgilerin belirtileri..." diyerek geldiği noktayı Sait Faik'le birlikte andı.[151]Adalet Ağaoğlu ise yazarlığa nasıl başladığını anlatırken "İlk gençlikten gençliğe ağdığımız yıllarda, bilebildiğim kadarıyla beni sırtımdan yazmaya doğru güçlü bir rüzgarla iten, Sait Faik hikâyeleri olmuştur" diyerek Abasıyanık'ın üzerindeki etkisini açıkladı.[9] 2004'te Sait Faik'in ölümünün 50. yılında yapılan sempozyuma katılan şair İlhan Berk, Sait Faik'te Dil isimli konuşmasında Abasıyanık'ın öykünün yapısını değiştirmek için verili dili yıkıp yeniden yarattığını söyledi ve yazarın şiirsel dilinin İkinci Yenişairlerini, Ferit Edgü, Demir Özlü gibi yazarları etkilediğini belirtti.[10] Bir diğer şair Ece Ayhan da yazarın Şimdi Sevişme Vakti isimli şiir kitabının Cemal Süreya ve Sezai Karakoç üzerinde büyük etkisi olduğunu iddia etti.[11] Yazarın Medarı Maişet Motoru isimli romanı 1970 yılında, Safa Önal tarafından Ağlayan Melek ismiyle filme çekildi.[152] Bu filmde başrollerde Türkân Şoray ve Ekrem Boraoynadı. Savaş Dinçel, Sait Faik'in yaşamını anlatan Meraklısı İçin Öyle Bir Hikâye isimli tek kişilik bir oyun yazdı. Bu oyun ilk kez gene Dinçel tarafından, Macit Koper rejisi ile 1993 yılında İstanbul Şehir Tiyatroları'nda sergilendi.[153] Ayfer Tunç ise Sait Faik öykülerinden yola çıkarak Havada Bulut isimli bir senaryo yazdı.[154] Bu senaryo filme çekilerek 2003 yılında TRT'de gösterildi. 1978 yılından itibaren, ölüm yıldönümü olan 11 Mayıs'ı izleyen ilk pazar günü Burgaz Adası'nda Sait Faik'i Anma Günü düzenlenmektedir.[155] Bu günde ayrıca o yılın Sait Faik Hikâye Armağanı sahibine ödülü de verilmektedir.[155] Sait Faik Hikâye Armağanı Ana madde Sait Faik Hikâye Armağanı Sait Faik, yaşamının son yıllarında çeşitli edebiyat matinelerine de katıldı. Bu matinelerden biri de Darüşşafaka Lisesi'ndeydi. Lise'de yapılan ilk toplantının konuğu Fazıl Hüsnü Dağlarca olmuş ve ikinci toplantıya konuk olması için Abasıyanık'ı ikna etmişti.[156] Matineden sonra okulu da gezen Sait Faik, eve döndüğünde annesine mallarını kimsesiz çocuklara güzel imkânlar sağladığını düşündüğü Darüşşafaka'ya bağışlamayı teklif etti.[157][158] Abasıyanık'ın annesi Makbule Hanım, Sait Faik'in ölümünden sonra, 8 Kasım 1954'te hazırladığı vasiyetinde mal varlıklarının çoğunu ve yazarın eserlerinin telif hakkını bu cemiyete bıraktı. Bu vasiyetnamenin bir maddesinde de her sene dönemin ileri gelen edebiyat ustalarından oluşacak bir jürinin, o sene içerisinde yazılmış en iyi öyküyü seçerek ona Sait Faik ve Makbule Abasıyanık Hikâye Mükafatı vermesini istedi. Ödül ilk kez 1955 yılında verildi. Ödülün para armağanı 1960 yılına kadar Varlık Yayınları'nca karşılandı. 1960'tan 1963'e kadar kesintiye uğrayan ödül Makbule Hanım'ın vefatından sonra 1964 yılından itibaren Darüşşafaka Cemiyeti tarafından düzenli olarak verildi.[159] Sait Faik Abasıyanık Müzesi Müzenin girişinde yer alan tabela. Ana madde Sait Faik Abasıyanık Müzesi Sait Faik'in annesi Makbule Hanım, eşi Mehmet Faik Bey'in vefatından sonra yaşamına Burgaz Adası'ndaki evlerinde devam etti. Yazar da kışları Şişli'de yazları ise adada annesinin yanında kalıyordu. Abasıyanık, hastalığının da ortaya çıkmasından sonra ömrünün son on senesinin çoğunu adadaki köşklerinde geçirdi. Yazarın ölümünden sonra Burgaz Adası Çayır Sokak 15 numaradaki evleri annesinin isteği ile müzeye dönüştürüldü.[91] Müze, 22 Ağustos 1959 günü açıldı. Giriş ücreti alınmayan müze pazartesi günleri hariç haftanın her günü hizmet vermektedir. Müzenin açılması, edebiyat dünyasında da tartışmalara sebep oldu.[160] Orhan Seyfi Orhon, Türk sanatında birçok önemli yazar varken işe Sait Faik'le başlanmasını eleştirdi. Orhon'un bu yazısına cevap veren Aziz Nesin ise makalesinde böyle bir müzenin kurulmasının önemli olduğunu vurgulayarak bu müzenin bir öncü olduğunu belirtti.[161]

sait faik abasıyanık hikayeleri özeti